Londra Notları: Klişeler – Part 1

Vaktiyle, Ankara Anlaşması ile İngiltere’de yerleşen ve İngiliz vatandaşlığına geçecek kadar burada ikamet etmiş biri olarak tecrübelerimi, gözlemlerimi ve tespitlerimi burada paylaşmak istedim. Yaşadığım deneyimlere dayanarak objektif gözlemlerimi sübjektif bir üslupla yazacağım.

Yazdıklarımdan, birbirinden farklı sonuç çıkabilir. Birincisi, İngiltere süper bir yer derhal gitmek gerek. İkincisi ise, hiç güzel bir yer değil, adım atmamak gerek. Burada, kimseyi buraya çekmeye çalışmadığım gibi kimseyi soğutmak gibi bir amacım da yok. Bu tamamen sizin kaliteli bir hayattan beklentilerinize göre değişecektir. Bu arada ağız alışkanlığı ile İngiltere diyorum ama aslında Birleşik Krallık diye anlayın siz onu. İngiltere ve Birleşik Krallık arasındaki farka gelince de detayları “Birleşik Krallık Neresidir” isimli başka bir blog yazımda derleyip toparlamıştım

Bu yazı dizisinde, İngiltere’ye dair klişeleri çürütüyor olacağım. Birinci kısımda dört klişeye yoğunlaşacağım. Devamını paylaştığımda buraya linkini koyarım.

Vize Almak Çok Zor

Eğer kriterleri sağlıyorsanız, vizeyi almak düşündüğünüz kadar zor olmayabilir. Ankara Anlaşması olarak bilinen ve artık geçerli olmayan vizeyi almak oldukça kolaydı. Ancak günümüzde sponsorluk ve self-sponsorship gibi daha farklı vize türleri var. Bunlar hakkında internette bilgi bulabilirsiniz. Ancak genel olarak İngiltere’deki vizelerin bir özelliği şudur, kriterleri sağlayanlar kolaylıkla alabilir. Bu durum turistik vizeler için de çalışma vizeleri için de geçerlidir. Yani, Schengen vizesi gibi oradaki memurun keyfine bağlı bir duruma kolay kolay denk gelmezsiniz. Eğer hak ettiğiniz halde vize alamadıysanız da bu size özel değildir, topluca konulan bir kontenjan sınırı gibi genel bir kararın sonucu olmuştur. Kısacası, başvuran ve kriterleri sağlayan insanlar vizeyi kolaylıkla alabilir.

Ancak, bu size bir ego yüklemesin. Bu sürecin en kolay kısmı. Kalifiye elemana ihtiyaçları var ve vizeyi hemencecik verdiler. Eğer iç dünyanızda sırf kalifikasyonunuz var ve vize aldınız diye, Heathrow Hava Alanı’nda sizi biçimli kızlardan ve yakışıklı adamlardan oluşan bir karşılama komitesinin “hoş geldiniz efendim, lütfen şöyle buyurun” diye karşılayacağını sanıyorsanız buralara hiç yaklaşmayın. Bırakın böyle bir İngiltere hayallerinizde var olsun. Gerçek şu ki, umurlarında bile değilsiniz. Zira hava alanında, sınır memuru ile girdiğiniz ilk diyalog size sorulan “what is the purpose of the visit? (ziyaretinizin amacı nedir?) olacaktır.

Aynı durum turist vizeleri için de geçerli. Turist vizesinin kriterleri bellidir ve o kriterleri sağlayan herkes kolayca vize alır, o kriterleri sağlamayan kimse ne yaparsa ne yapsın vize alamaz.

Londra’da İngilizler yaşıyor

Burada her yerde “helööö”, “haw aaaaa yııuuüü” diye konuşan sarışın mavi gözlü insanlar göreceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Londra’da, özellikle de merkez Londra’da turistler hariç, bir İngiliz’e rastlama olasılığın çok fazla değil. Turistleri de dahil ettiğin vakit bu oran daha da düşecek. Bütün Kuzey Londra’da suburb’ler dahil bu oranı yarının üzerine çıkarma imkanı yoktur. Güneyin derinliklerinde kimi yerlerde halen İngilizlerin domine ettiği yerler olsa da her yerin, özellikle de hizmet sektörü, mavi yaka işler, esnaflık gibi göz önünde olan iş dallarından insanların neredeyse tamamının Afrikalı, Hintli, Pakistanlı, Koreli, Çinli, Arap vs. olduğunu göreceksin. Onların hemen üzerindeki katmanda ise İspanyollar, İtalyanlar, Polonyalılar, Bulgarlar, Yunanlılar, Çekler vs. gibi Avrupa kıtasının garibanları var. Bunlar dışında dış görünüşüne bakıp İngiliz zannedeceğin açık tenli renkli gözlü birçok insanın da yine Kıta Avrupasının çeşitli ülkeleri (Hollanda, Almanya) ile Doğu Avrupa’dan olduğunu aksanlarından kolaylıkla ayırt edeceksin.

İngiliz hiç mi yok? Var tabi ki. Ama göz önünde değiller. Beyaz yakalı işleri İngilizler domine etmiştir mesela. Yönetici pozisyonlarında genellikle İngilizler vardır ve sen onları yolda yolakta pek görmezsin. Genel olarak iyi bir eğitim ve kalifikasyon gerektiren işler İngilizlerin hakimiyetindedir. Bu insanların ciddi bir kesimi de Londra dışında Londra’ya yarım saat mesafedeki kasabalarda yaşar. Oralarda kira Londra’nın yarısıdır ve göçmen ihmal edilecek kadar azdır. Sabah trenlerine biner gelir, akşam da geri kendi gettosuna çekilir bu insanlar. Örneğin, akşam saatlerinde Surrey’e giden trenlerde bolca hakiki İngiliz’e rastlayabilirsin. Özetle, Londra’da İngilizler çoğunluk değil, en kalabalık azınlıktır.

İngilizce biliyorum

Türkiye’de İngilizce bildiğin için çok ekmek yedin ama burada İngilizce bilmediğin için çeşitli sıkıntılar yaşayacaksın. Boğaziçi mezunuyum, ODTÜ bitirdim, hazırlık okudum falan diye hiç gerinme. Pencere pervazı, kaldırım taşı gibi sözcüklerin İngilizcelerini 2 saniyeden kısa sürede söyleyemiyorsan İngilizcen kıttır. Ama panik yapma. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, burada her memleketten, renk renk insan var. Birçok insan tıpkı senin gibi, %100 hakim olmadan İngilizce konuşuyor, sana da hemen %100 gerekmiyor ve olması da on yıllar alacak.

Londra’daki İngilizler de yabancılarla iletişim konusunda ciddi tecrübe sahibidir. Genellikle anlamadığını görünce daha yavaş konuşurlar. Bristol’de geçirdiğim günlerde bunu daha iyi anladım. Çünkü Bristol’de yabancı epeyce azdı ve buranın halkı yabancı ile muhatap olmaya Londra kadar alışkın değildi. İngilizce dolayısıyla ufak tefek sorunlar yaşamıştım. Oysa Londra’da böyle bir sorun hiç yaşamamıştım.

Genel olarak yabancıları anlamak oldukça kolay. Çünkü ana dilleri olmadığı için tane tane konuşuyorlar ve çok sıra dışı bir aksanı yoksa rahatlıkla anlıyorsun. Ancak, buranın varoşlarında doğup büyümüş yabancı kökenliler mevzu bahis olduğunda ise durum tam tersi. Özellikle belirli bir kesim Afrikalıların anlaşılması çok zor bir aksanı olabiliyor. Heceleri keserek, yuvarlayarak ve yutarak konuşuyorlar. Aynı şekilde Kuzey İngiltere’den gelen bazı insanların da çok enteresan aksanları olabiliyor. Hele bir İskoç aksanı var ki, düşman başına. Bazen söylediklerinden o kadar az şey anlıyorsun ki, “acaba başka bir dilde mi konuşuyor” diye düşündüğüm oluyor. Çok fazla aksan var burada ve kulağın hepsine alışması için burada epey vakit geçirmek gerek.

Çok yabani bir yerden çok medeni bir yere gidiyorum

Genel olarak yabancılara, özellikle Avrupalılara karşı kompleksleri olan, o insanlar tarafından onaylanmak zorunda hisseden bir toplumuz. Bunun sonucu olarak Avrupalılarla irtibata geçen insanlarımızın davranışlarının iki şablon etrafında toplandığını söyleyebiliriz. İlk grup, sürekli kendini küçük görüp onları yüceltenler; ikinci grup ise onları hiç sallamayıp, kendi bildiğini okuyanlar. İlk grup “adapteler” ikinci grup “adapte olmayanlar” olarak adlandırılabilir. Adapte olmayanları es geçiyorum. Buralarda başarılı olmak gibi bir şansları yok. Para biriktirip Türkiye’de ev yaptırırlar genelde hatta bazısı onu da yapmaz. Buralarda sosyologlar onlar için “probed” diye bir laf kullanıyor.

Son yıllarda gelen beyaz yakalı taifeyi dikkate alacaksak adapteler üzerinde duracağız. Ancak her eğitimli insan adapte olmak yönünde tercih kullanır diye düşünmeyin. Ama genel olarak şunu söyleyeyim: kimseyi gözünüzde büyütmeyin. Londralılar’ın çok medeni, çok gelişmiş, zeki vs. olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kurallara riayet konusunda çok kötüler, mesela. Bu en iyi semt için de en kötü semt için de geçerli. İstanbul’da yayaların kırmızı ışık ihlal oranı buradakilerin onda biri bile değil, abartmıyorum. Ayrıca sokakta “ööğğğuukkk” nidası ile boğazını temizleyip ardından “puh!” diye bütün gücüyle yere tükürülmesi sizi şaşırtmasın. Oldukça yaygın ve ırklara göre farklılık göstermiyor. Afrikalı, Hintli ya da Beyaz hepsini bunu yaparken gördüm. Özetle, ortalama insan kalitesinde İngiltere Türkiye’yi ezse de, Türkiye’den giden beyaz yaka taifesi kalite olarak İngiltere ortalamasının kesinlikle üzerindedir.

Genel olarak bir saygılı olma durumunun bütün topluma hakim olduğu bir gerçektir. Herkes herkese sürekli teşekkür eder ya da birbirinden özür diler. Hatta teşekkür ve özür dilemek kavramlarının içini boşaltacak kadar fazla miktarda teşekkür eder, özür dilerler. Herhangi bir kişiyle konuşmadan önce bi “sorry” ile başlayıp lafı bitirince de bi “thank you” çakmak adeta standart olmuştur. Yolda biri ile göz göze gelince gülümser, selam verir. Herhangi bir sebeple iki kereden fazla karşılaştığın bir insan selam verir, “hava ne güzel” falan der. Otobüste, trende yanında oturan kişi kalkarken göz teması kurarsanız muhakkak başını sallayarak size selam verir. Bunlar muazzam şeyler, hafife alınmasın. Ancak bunun öğretilmiş bir şey olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Yani kibarlık ile iyi bir insan olmak aynı şey değil. Gerçek düşünceleri pozitif olmayabilir. Hatta bu gülümseyen maske, kültürel bir boşluğa neden oluyor. Özellikle de iş görüşmeleri gibi önemli diyaloglarda çok sıkıntı olabiliyor. Örneğin, iyi iletişim kurup, bir elektrik alıp gayet olumlu bir konuşma yaptığını düşünüyorsun ama adam bir daha dönüp yüzüne bile bakmayabilir, hatta selamınızı almayabilir. Şaşırmayın diye söylüyorum.

Genel olarak UK ile Türkiye arasındaki en büyük fark şu; akıllı insanların önünü açan bir sistem var. Yoksa toplumun genelinin boş beleşliği konusunda dünyanın her yerinden çok da farklı değil.

İngilizler Soğuk Millettir

Bunu her kim söylediyse, daha doğrusu bu iftirayı İngilizlere kim attıysa sürüm sürüm sürünsün, teneşirlere gelsin. Başka da bir şey diyemiyorum . Çünkü İngilizler inanılmaz derecede sıcak kanlı, iletişime açık ve hiç tanımadığı bir insanla bile hemen muhabbet kurup şakalaşan bir kültüre sahip. Üstüne üstlük, az çok lise bitirmiş İngilizler eğitim sisteminin bir ürünü olarak, karşısındakini sabırla sözünü kesmeden dinlerler, ne kadar garip olursa olsun fikirlerini yadsımazlar. Hiç tanımadığın bir kişiyle bir bira ile başlayıp saatlerce sohbet edebilirsin. Hatta bir açıkları vardır, kim olursa olsun bir kahve içmeye davet edince hayır diyemezler. Geç bile olsa sana bir tarih verir.

Genelde mütevazilik hakimdir, yabancısın diye tepeden bakılma konusuna neredeyse hiç denk gelmedim. Toplumun genelinden bahsedecek olursak saygılıdırlar, seni tanımaya çalışırken özeline girmez, tarihçenden bir şeyler cımbızlayıp seni yargılamaz, dil, din, geldiğin ülke vs. ile seni kategorize etmez. Söylediğim gibi geneli böyledir ve elbette bu tanımların dışında insanlar da var. Özetle, insan ilişkileri konusunda UK ortalaması bizim insanımızın ortalamasından on beden büyüktür. İstanbul’da kendimi Londra’dan çok daha yabancı hissetmişim yıllarca, burada anladım.

Soğuklukla ilgili olarak soğuk kanlılıktan söz ediliyor ise o tamamen başka bir konu. İngilizler inanılmaz derecede soğuk kanlı insanlardır. Bir keresinde bir arkadaş kredi kartı numarası çalınıp hesabı boşaltıldığında oldukça sakince bir “oh shit” ünlemi ile başlayıp bankayı araması gerektiğini söylemişti. Sonra da sakince bankayı arayıp meramını sakin sakin anlatmaya başladı. Aynı olay bizde olsa, adam sinir krizleri ile aradığı bankadaki çağrı merkezi çalışanına bağırırken interneti bulandan başlayıp dünyada ilk defa faizle borç veren kişiye kadar konuyla ilgili olabilecek herkesin yedi sülalesine küfreder, kapıları yumruklardı.

İçki ağızdan içilir

İçki konusu var bir de, kesinlikle içkiyi ağzıyla içmiyorlar. Burada içmenin tadını kaçırıp, kamusal alanlarda bağırıp, çağırmak, hatta kimi zaman küfür edip olay çıkarmak yaygın bir durum. Hatta bunu en beklemediğin yerden gelebilir; hakiki İngilizlerden görebilirsin. Londra’da ilk zamanlar kaldığım Wimbledon gibi suç oranı çok düşük, ortalama profili çok yüksek bir yerde dahi odamda otururken Cumartesi gecesi sokakta “f.cking bla bla” diye bağıra çağıra küfreden tipler gördüm. Odanın ışığını kapatıp pencereye yanaştım, inceledim. Tipten insan tahlili yaptım ve serseriye benzemiyordu; hatta büyük ihtimalle iyi işlerde çalışan ya da iyi okullarda okuyan insanlardı. Benzerlerini yine düzgün bir semt olan bir yer olan Surbiton’da da görmüştüm. Bristol’de bunun kat kat fazlasına denk geldim. O Bristol ki suç oranı Londra’nın yarısı olup İngiltere’nin en yaşanılabilir şehirlerinden biridir. Böyle bir kültür var burada. Eğlenceden anladıkları Cumartesi gecesi vücudunun dayanabildiği kadar içki içmek. Ki iyi ihtimalle içki içmek; kötü ihtimale ise hiç girmeyeyim.

Olayın özü; bu aşırı saygılı ve kibar insanların, ortalama her insanın içinde biriktirdiği ve baskıladığı tüm duyguları sarhoşken kusması halidir. Muhtemelen ertesi sabah hiç bir şey hatırlamayacak, seni görünce “hava ne güzel değil mi” falan diyecek. Naçizane tavsiyem, ilk zamanlar, en azından alışanekadar Cumartesi gecesi (hiç risk sevmem diyorsa Cuma gecesini de dahil et) saat 23:00’den sonra ortalıkta çok dolaşmayın, evinizde olun. Dışarıda iseniz de mümkün mertebe taksiye, Uber’e falan binin.

Oralarda ırkçılık var

Alakası yok. Elbette tek tek her İngiliz için bunu söylemek imkansızdır ancak İngiliz toplumunun çok büyük bir kısmının ırkçılıkla uzaktan yakından alakası yoktur. Hele de az çok eğitim almış ve yaşı olan bir İngiliz dışarıdan gelen insanlara karşı geçtim ırkçılığı tam aksine ekstradan sıcak ve yakın davranır. Söylediğim gibi, burada 8 seneye yakın süredir ikamet eden, bir kasaba, bir küçük şehir ve bir büyük şehirde altışar aydan fazla yaşamış biri olarak İngiliz milletinden hatta genel olarak Birleşik Krallık milletlerinden yönelen herhangi bir ırkçılığa denk gelmedim. Ne iş ararken, ne ev tutarken, ne çocuğun okulunda. Burada özellikle yeni nesil sol eğilimlere sahip bir grup insan öküz altında buzağı ararken ırkçılığa dair bir şeyler bulmaya gayret eder. Ya da kendisini gönüllü woke polisi sayıp “acaba burada ırkçılık mı var, varsa hemen bir tweet atayım” kafasında hareket edebilir. Hatta bunu abartıp mağduriyet devşirmeyi severler. Karakteri soğuk bir insandan selam alamayınca bunu ırkçılığa bağlamak ister. Halbuki adamın ya da kadının karakteri o belki. Münferit vakalar yok mudur vardır.Ancak sistematik olarak yapılmadığı gibi devlet ve sistem tarafından hoş görüldüğünü söylemek imkansızdır.

İşin komik tarafı, buralarda ırkçılık olduğunu iddia edenlerin, Türkiye gibi belkide dünyanın en ırkçı memleketlerinden birinden geliyor olması. Gayrimüslim azınlıkların (Rum, Ermeni ve Yahudi) isimlerini direkt olarak küfür olarak kullanıldığını unutmuşlar sanırım. Ayrıca, akla hayale gelmeyecek her türlü hakarete uğrayan Alevilerden birinin Aleviler’in en çok oy verdiği partinin başkanı olmasına bile katlanamayanlar nereliydi acaba? Kürtleri, Lazları hatta Orta Anadolu’daki Türkleri ve Balkan göçmenleri gibi Türkleri dahi hor gören, Suriyeli sığınmacılara her türlü hakareti ve zorbalığı hak gören, kısacası içeride ve dışarıda türlü çeşitli toplumu düzenli olarak aşağılayan, ve sonucunda herhangi bir yaptırımla karşılaşmayan bir memleketten gelen insanların İngiltere gibi herkesi kabullenen bir yer içi için “ırkçı” ifadesini kullanması ya cahilliktir ya da terbiyesizlik. “Burada ırkçılık var, bizi sevmiyolar diyenler” eğer woke ideolojilerine gönül veren insanlar değil de daha çok seküler-Kemalist cenahtan insanlar ise muhabbetin beşinci dakikasında Hintlilere ve Pakistanlılara yönelik hakaretamiz ifadeler kullanmaya başladıklarını göreceksiniz. Allahtan, çoğunda lisan yok da başkaları ne dediklerini anlamıyorlar. Yoksa, doğrudan polisle başı belaya girecek, haberi yok.

Kısacası, ırkçılık konusunda İngiliz’i eleştirmek ay-yıldız pasaportlu kimseye düşmez, kusura bakmayın. Herkes önce kendi kapısının önünü süpürsün.

Devamı ikinci kısımda gelecek…

One Comment

Add a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.