Londra Notları: Klişeler – Part 2
Birinci kısımda bazı klişeleri anlattık. Buradan bakabilirsiniz.
Çok güvenli bir Avrupa şehri
Yine yanıldın. Londra’nın zibidisi, iti, çakalı İstanbul’u aratmayacak kadar çoktur. Kişisel güvenlik anlamında sıkıntı yaşama ihtimalin her zaman var. Üstelik, İstanbul’a göre bir diğer dezavantajın da İstanbul’da serseriyi 100mt den görüp tanıyabilir, kapasitesini, ne yapabileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini tahmin edebiliyorsun. Ama burada bu know-how yok. Adamın ne kadar ileri gidebileceğini anlayamayabilirsin.
Hırboların toplaştığı yerler, dolaştığı semtler, sıkça görüldüğü sokaklar vardır. Buralarda dodgy areas derler, bunları öğren. Daha doğrusu bu alanlara dair işaretleri anlamayı öğren. Oralara hiç gitmeyerek riski ciddi biçimde elemiş oluyorsun. Gün içinde risk oranı, berbat bir yerde dahi düşüktür aslına bakarsan, neticede kanunlar işliyor. Tabanca taşımak bizim ülkede roketatar taşımakla eşdeğer. Silahla yakalanan bir adamın içeride ömrü çürür. O bakımdan silah bulmak, almak satmak kolay değil. Terör saldırıları yapan teröristlerin bile silahı yoktur. Bıçakla, araçla falan saldırırlar. Özetle, silahlı bir saldırıya uğrama olasılığın yok. Ama gasp, taciz, hatta en basitinden bir anti-sosyal davranışa maruz kalmak bile seni kötü etkilemek için fazlasıyla yeterli. Pis yerlere gece gidersen başına iş alabilirsin. Özellikle şehrin belirli noktalarında sıkıntılı yerlerin varlığı biliniyor. Dediğim gibi, buraları öğren. Elbette hepsini öğrenme ihtimalin yok ama işin düşebilecek, yolunun üzeri sayılabilecek pis yerleri bilmek önemlidir.
Tabi her gördüğün serseri de seni soymak için, boğazına bıçak dayayıp gasp etmek için hazır bekleyen bir zombi değil. Adamın cebinde iPhone ayağında New Balance ayakkabı falan var. Senden gasp edeceği uyduruk bir telefon için suç işlemez yani, öyle düşün. Ama çeteleşme konusu var. Ama bu çeteler genellikle birbirleri ile uğraşıyorlar. Bir yerde ne kadar çete varsa, duvarlarında o kadar grafiti vardır. “Falanca gang” yazarlar, o sana bir işaret olsun. Tahmin edileceği üzere göçmenler, bu serseri kesimler içerisinde yüzde olarak daha fazla yer tutuyor. Ancak burada bu serserilerin bir açığı var; yabancı biri, özellikle de Ortadoğu tipli biri mevzu bahis olduğunda sen serseriden korkarken, serseri de senden korkuyor olabilir. O senin için potansiyel bir tehdit belki ama sen de onun için potansiyel bir tehdit olarak algılanıyor olabilirsin. Hele bir şekilde o serseri sınıflar arasında “Türk” olduğunun anlaşılması adamın bir şey yapacağı varsa da vazgeçmesine neden olabilir. Çünkü buradaki suçlular içerisinde bizimkilerin özel bir yeri var. Öyle bir içimlik esrar parasına yoldan geçen adamı gasp edip hayatını riske atan aptallardan bahsetmiyorum. Suç hiyerarşisinin en tepesinde, büyük mafya ve kaçakçılık şebekelerinde, en tehlikeli çete oluşumlarının yönetim kadrosunda pek çok gurbetçimizin varlığı biliniyor. İyi mi kötü mi bilemedim, ama var. Bahsettiğim berbat yerler bazen çok iyi yerler ile birbirine yakın olabiliyor.
Toparlarsak, güvensiz durumundan bahsettim diye panik yapıp korkacak bir şey yok. Neticede kanun var nizam var. Uyarmamın sebebi, “burası Avrupa” kafasında dolaşmanı, öyle kafana göre her yere girip çıkmanı önlemek. Her zaman tedbirli ol, temkinli ol. Yanlış zamanlarda yanlış yerlere gitme, sarhoş, serseri ya da potansiyel olarak tehlikeli birini görünce mesafeni koru. Hatta düşen bir sarhoşa bile yardım etme, sen adama omuz verirsin adam döner sana “fucking immigrant” der, zoruna gider.
Sıkıntıda hissedersen polisi ara. 999 ile aranıyor. 2 dakikada orada olurlar, gayet hızlılar.
Sadece Boğaziçililere göre
Çürütülmesi gereken mitlerden birisi de budur. İngiltere’ye yerleşebilmek, işlerini yoluna koyabilmek için Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ, Bilkent vs. gibi üniversite sınavında çok puan gerektiren bir okulun mezunu olmak gerekli gibi bir inanış var. Bu külliyen yanlış. Akademik ortamları bilemem ama iş ortamından bahsedecek olursak; kim tanır Boğaziçi’ni? Bunu Boğaziçi ve İTÜ gibi iki seçkin üniversitenin mezunu olarak açık yüreklilikle söylüyorum. Türkiye’deki hangi üniversitenin ne olduğunu, marka değerini falan iş ortamındaki ortalama birinin özel bir sebebi yoksa bilmesine imkan yok. Ya da şöyle söyleyeyim, onların Türkiye’de hangi üniversitenin prestijli olduğu bilgisi, senin Macaristan’da ya da Pakistan’da hangi üniversitenin prestijli olduğu bilginden daha fazla değil.
Hatta tam aksine, Türkiye’de el üstünde tutulan diplomaların burada pek de bir anlam ifade etmemesi durumu var ki bu da Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ vs. mezunları için bir dezavantaj. Çünkü, Boğaziçi mezunuysan Türkiye’de işverene kendini satma konusunda sahip olduğun bir takım avantajlara sahip değilsin. CV’ne bakıp “vay be” çekecek, seni şımartacak kimseyi bulamayacaksın. Bu anlamda, ODTÜ de, adıyla dalga geçip makara yaptığın üniversite de çok farklı değildir. Kaldı ki İngiliz iş piyasası zaten kendi içinde çok da diploma takıntılı değildir. İş ortamlarında lise mezunu yazılım geliştiricilerle, testçilerle, proje yöneticileriyle çok çalıştım. İşinde iyi olanlar gayet para kazanabiliyordu, kimsenin diplomasından dolayı maaş kesintisine uğradığı falan yok. Sonuçta, pragmatizmin İngilizlerin ata sporu olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, adamlar sadece ve sadece ürettiğin işe, adama kaç para kazandırdığına bakarlar. Büyük resmi görürler yani, detaylarda boğulmazlar.
Başlığımıza dönecek olursak, ille de ÖSS’de çok puan gerektiren bir okuldan mezun olmak gerekmiyor ama %100 İngilizce eğitim alan bir okuldan ya da hazırlıklı bir bölümden gelmenin dil ve adaptasyon anlamında avantajları var elbetteki. Bu da yine pragmatik olarak kendini ifade ile ilgili. Çünkü dili ne kadar akıcı konuşursan hayat o kadar kolaylaşıyor. İngilizce eğitim olmasa da bir şekilde İngilizcesini geliştirip meramını akıcı biçimde anlatabilen biri için de dile hakimiyet arttıkça sıkıntılar azalacaktır. Yani kilit konu akıcı İngilizce, mezun olunan okul değil.
Bize ihtiyaçları var
Yok öyle bir şey. Kimseye ihtiyacı yok İngilizlerin. Var ama hiçbir zaman “mecbur” değiller çünkü burası dünyanın dört bir yanından herkesin göç etmek istediği ikinci yer. Hatta Almanya, Fransa, Hollanda gibi zengin, gelişmiş refah ülkelerinin insanları arasından dahi ekmeğini aramaya İngiltere’ye gelenlerin sayısı hiç de az değil. Avrupa’nın garibanlarına hiç girmiyorum. Onların hepsi burada. Londra’daki İspanyol, Portekizli ve Polonyalı sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Yani senin ne kebabına ne kod yazmana, ne de hasta tedavi etmene ihtiyaçları var. Kafası bozulursa Kral “United States of Software Developers” diye bir ülke kurdurur önce, sonra da oradan göçmen alır yine de sana bana minnet etmez.
Evet bir iş gücü açığı var ama “bize ihtiyacı var” psikolojisi ile hareket etmek burada başarısızlığa giden yoldur. Sen işini düzgün yapan biri olarak hayatına devam edeceksin. Resmi işlerde de hiçbir zaman tedbiri dikkati elden bırakmamalı, her zaman temkinli olmak gerekli. Her işi usulüne kuralına uygun yapmak, arkanda sıkıntılı bir şey bırakmamak gerekli.
“Türkleri Çok Severler” ya da “Türkleri Hiç Sevmezler”
İkisi de yanlış. Benim yaş grubumun yetiştiği eğitim sisteminde dünyadaki bütün olayların Türkiye etrafında şekillendiği, dünyanın merkezi ve en önemli ülkesi olduğumuz anlatıldı bize. Lakin öyle değil sanki. Eski toprak amcalar teyzeler hariç, ortalama bir beyaz yaka İngiliz’in senin ülken hakkındaki bilgisi “Yunanistan’ın bir tık ucuzu, arada ortalığın karıştığı bir tatil ülkesi” olmaktan öte bir şey değil. Yanlış anlaşılmasın, bu İngilizlerin cehaleti falan değil. Tam aksine cehalette İngiliz ortalaması bizim epeyce altımızda, İngilizlerden iyi olduğumuz konulardan biri ortalama cahil sayısı elbetteki. Dünya bilgisine gelince, dünyayı gezmiş oluyorlar genelde. Sonuçta pasaportları dünyanın 175 ülkesine vizesiz giriyor, paraları petrol içip yatan birkaç körfez ülkesi hariç, dünyanın en değerli parası. Ama bizim ülkeye ayırabildikleri yer, zaman, bant genişliği bu kadar. Başta da söyledim, Türkiye en çok da bizim için önemli.
Çok gelişmiş bir yer
Gelişmişlikten ne anladığına göre değişir. Hele de medeniyeti apartman zanneden bizim memleketimizde, ortalama insanların bahçeyle toprakla falan uğraştığını, yürüyünce garç gurç sesler çıkaran yere sıfır etrafı duvar içi tahta evlerde yaşandığını görünce şaşırabilirler.
Burada oturmuş bir altyapıya sahip olmanın dezavantajları yaşanıyor. Bizim insanımız atmaca gibi kalıyor burada. Çok kısa sürede karar alıp sonuca yürüyebilen bir yapımız var toplum olarak. Burada ise kanatları kırık, ayakları bağlı bir atmaca gibi kalıyoruz. Örneğin, telefonlar çok zayıf çekiyor, internet bir çok yerde zayıf. Neredeyse bütün resmi işlerini posta yolu ile hallediyorsun. Hele e-devlet, bizimkinin yanında solda sıfır. Gerçi bu uzun vadede iyi bir şey zira bu kadar bilginin bir arada bulunması tehlikeli. Ama kısa vadede yavaşlatır. Bürokratik olması bir şey, bürokrasisi de oldukça yavaş işler buranın. Hatta sadece bürokrasi değil burada her şey yavaştır. Takriben 20 dakika sürecek olan bir vize işlemi 3 ayda cevap kesilir. Türkiye’de vakt-i zamanında bir Salı günü ev değiştirmeye karar verdik eşimle, Salı Çarşamba evleri inceledik, Perşembe günü evi gezdik, Cumartesi kontratı yaptık. Bu kadar hızlı olunabiliyor. Burada ise sadece kontratı yapıp anahtarı alman (bizde 2 saatlik iş) günler hatta haftalar alabiliyor. Bir arkadaşım “adama kaporayı göndericem hesap numarasını versin diye kaç gündür arayıp mail atıyorum herif dönmüyor. Yahu adam para verecez sana!” diye sinir krizleri geçiriyordu.
Ama bu gecikme konusunda öncelikler de var. De ki, benim evin doğal gaz boruları güzel görünmüyor altı ay sonra gelirler, ama de ki doğal gazda kaçak var 5 dk. sonra oradadırlar. Herhangi bir sebeple polisi ya da ambulansı ara, 2 dakika içerisinde oradadırlar. Ama bir tane uyduruk sigorta numarası için en iyi ihtimalle haftalarca uğraşırsın, ki bir yıl olup da alamayanı biliyorum.
Çok hijyenik bir yer
Bunu söylemekten hicap duyuyorum ama Türkiye’den İngiltere’ye giden biri hijyen anlamında sıkıntılar yaşayabilir. Bu konuda çok uyarılmıştım gelmeden. Hatta Türkiye’de son çalıştığım şirketteki İngiliz bir abi “Türkiye’den gidince maalesef en çok hijyen alanında sorun yaşayacaksın. Dünyanın çok ülkesini gördüm ama ortalama insanın hijyen anlayışı Türkiye’de çok yüksek. Bir metrobüse biniyorsun insanlar pırıl pırıl” demişti. Gidince teyit ettim. Mesela tuvaletten sonra genelde elini yıkamazlar, yıkadıklarında da temiz yıkamazlar, öyle bi suya tutarlar.
Erkek tuvaleti konusunda dibi gördüm. Pisuvar yerine at yalağı gibi bir şey yapmışlardı, gelen giden işiyor. Oraya bırak tuvaletimi yapmayı, görmeye bile tahammül edemeyip geri çıkmıştım. Aynen benim gibi şokta olan iki Japon abi de (zaten işenecek alana belirli bir mesafeden fazla yaklaşamadılar) fotoğraf makinelerini çıkarıp bu rezaleti belgelediler. Oradan çıktıktan sonra ayakkabılarımı çöpe atmak istedim. Üstelik bu tecrübenin karşılığı olarak da 0.5 pound ödedim. Merak edenler için konum verelim: Victoria tren istasyonu umumi helası.
Çok kuralcı bir memleket
Bu konuda da yanıldın. İngiltere aman aman kuralcı bir memleket değil. İki örnek üzerinden gidelim, bir uçta Almanya diğer uçta Türkiye olsun, İngiltere ortada bir yerdedir. Yani ne Almanlara dair var olan önyargı gibi dakikalar tutsun diye kafayı yerler, ne de Türkler gibi “halleriz abi” kafasında insanlardır. İkisinin arasında bir yerlerdedir.
Ancak kuralcılık konusunda öncelik kavramı çok önemlidir. Yani öncelikli olan konularda herhangi bir taviz vermezler. Yani iş ahlakları çok yüksektir mesela. İşe zamanında başlar, sözlerini tutarlar. İkinci el bir mal satarken dolandırılma ihtimalin Türkiye’nin 100 kat falan altındadır. Çöp öyle değil böyle atılır gibi medeniyete dair konularda çok iyilerdir. Ama ne bileyim, trenler sürekli gecikir ya da iptal olur mesela. Yani öyle saniyesi saniyesine işleyen bir sistem yoktur.