Liyakat Üzerine Alternatif Düşünceler
Bugün Türkiye’deki az buçuk eğitimli kesimlere ülkenin en büyük sorunlarını sorduğunuz vakit alacağınız cevaplardan biri muhakkak liyakat ile alakalı olacaktır. Hatta seçim kazanmak isteyen bazı partilerin “liyakati getireceklerine” dair söylemleri olur. Türkiye’de, özellikle bürokraside, yargıda kısacası devletin çeşitli kademelerinde insanların içinde bulunduğu pozisyonu hak edecek insanlar olmadığı yönünde şikayetler duyarız. Esasen bu durum doğrudur hatta eksiktir. Bugün Türkiye’de sadece devlet kademelerinde değil, özel sektörde dahi firmaların ya da kişilerin layıkıyla orada bulunmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu yazıda, bu konudaki şikayetlerin tekrar edip aynı sesi yankılandırmak niyetinde değilim. Burada, “liyakat söyleminin toplumda gerçekten bir karşılığı var mı” sorusunu, sınıf atlama bağlamında ele alacağım.
Arapça olan liyakat sözcüğü “layık olmak” sözcüğü ile irtibatlıdır. Bu noktada derhal bir soru devreye girer, layık olup olmamanın kriteri ve sınırı nedir? Burada meseleye iki açıdan bakmak zorundayız. Birincisi, başkalarının bir kişiyi bir yere layık görüp görmemesi; ikincisi ise kişilerin kendilerini nereye layık görüp görmediğidir. Biz genelde ilkinde takılıp kalıyoruz. Ancak insan davranışı için asıl ikincisi önemlidir. Bu konuyu biraz açacak olursak, Türkiye’de eğitim alan, liyakatli olduğunu düşünen sınıflara dair diğer sınıfların yaklaşımı temelde o sınıfların aslında sahip olduklarını hak ederek kazanmadıkları yönündedir. Yani liyakat Türkiye için büyük ölçüde “self-affirmed” bir pozisyondadır. Bunun karşısında ise belirli pozisyonları elde etmek için kriterleri alt sınırdan dahi sağlamayan pek çok kişinin o makamı kendine layık görmesi haliyle karşı karşıyayız. Elbette liyakat kavramı pek çok farklı perspektiften ele alınabilir, şimdi biz bu yazıda perspektif kullanacağımızı belirttiğimiz üzere Türkiye’de sınıf atlama biçimleri konusuna bakalım.
Türkiye’de Sınıf Atlama Biçimleri
Türkiye’nin son yüz yıllık tarihsel sürecine bakacak olursak, ekonomik ve sosyal anlamda sınıf atlamanın belli kalıpları vardır. Bunlardan en belirgini (ve kimine göre belki de en liyakatli olanı) kişinin eğitim alarak bulunduğu köyden, mahalleden ya da kasabadan etrafındaki hemen herkese fark atarak bir yerlere gelmesidir. Özellikle boomer tabir edilen 1945-60 arasında doğanlar ve hatta 1960’larda doğanlar için sınıf atlamanın en temel yöntemlerinden biri eğitimdi. Bugün Türkiye’de eğitime verilen önemin temelinde de bu sosyal bilinçaltı yatar. Oğlu ya da kızı tıp fakültesi kazansın diye çırpınan bir babanın onca emeğinin asıl nedeni, çocuğunun “tıp bilimine katkı sağlaması” değil, doktor olup önünde ceket iliklenen, saygıdeğer biri olmasıdır. Aynı zamanda, maddi anlamda rahat bir hayat yaşayabilmesidir. Kısacası, ortalama Türk insanı için eğitim sadece ve sadece bir statü edinme gerecidir, iş için vardır ve sınıf atlamanın en ucuz yoludur.
Ancak 1980’lere yaklaştığımız süreçte eğitimli insan sayısında bir artış yaşandı ve eğitim ile gelinen alanlar doyuma ulaşmaya başladı. Bunun sonucu olarak, hem zorlaştı hem de atlanan mesafe her ne kadar kayda değer olsa da aradaki fark eskisine göre daha azaldı. Bu süreçte için yeni sınıf atlama yöntemleri icat edilmeye başlandı. Bu durum, şehirleşip vizyonu genişleyen, daha farklı fırsatlara erişim imkanı olanlar için daha çeşitli ve kompleks bir hal alırken bir yandan da sınıf atlama için atlanan makas aralığı da küçülmeye başladı. Beklentiler de buna paralel olarak küçülmeye başladı. Topraksız köylünün, eğer doğru zamanda doğru yerde bulunmayı başarırsa bürokrat dahi olabilen evladı, artık en fazla alt kademe bir memuriyete gelebilmeye başladı.
80 sonrasında ekonomik politikaların yarı devletçi pratikleri terki ile özel sektörde edinilen kariyer sınıf atlama biçimleri arasına girdi. Eskiden ülkedeki en büyük işveren olan devlete kapağı atmanın alternatifi olarak beyaz yaka sınıfı doğdu. Bir başka ifadeyle, iyi bir eğitim almak ve bir özel şirkete girerek yine maddi anlamda imkanlar sunan bir alternatiften söz ediyoruz. Bu durum, eğitim ile edinilen bir yöntem olması itibariyle devlete kapak atmanın bir uzantısı ve alternatifi haline geldi. Bu konuyu bir başka blog yazısında etraflıca ele alacağım, yazınca buraya linkini koyarım.
Elbette eğitim, tek sınıf atlama yöntemi değil. İstanbul’da hazine arazisine derme çatma bir ev yapıp, önceleri sadece kira ödememek, akabinde bu araziyi müteahhite kaktırıp karşılığında birkaç daire almak da pekala bir sınıf atlama yöntemidir. Pek çok eski kuşak yatırımcı gayrimenkule yapılan yatırımın en değerli yatırım olduğunu söyler, haksız da sayılmazlar. Üstelik, araziye para vermeden sahip olmuşsanız, çok daha da güzel bir yatırım haline gelir. Başlangıçta bu yöntem bir yatırım gibi görünmüyordu, işler “başını sokacak bir ev arayan garibanlar” olarak başladı. Ama 1980’lerden sonra kamu arazilerinin sistemli olarak oy karşılığı peşkeş çekilmesi ile resmi bir zemin kazandı. İnsanların sahip olduklarının değerini anlaması çok sürmedi ve bu da yine kırsal kesimlerden gelen insanların İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde başladıkları yerden epeyce ileri gitmelerini sağladı.
Pasif sınıf atlama yöntemleri de vardı. Mesela bir şehrin, özellikle de küçük şehirlerin çeperlerinde babadan dededen kalma ya da hasbelkader bir vakitler satın aldığınız uyduruk bir tarlaya imar gelmesi buna bir örnektir. Arazinin değeri anormal şekilde artar, belki elli-yüz katına çıkar. Bunun bir benzeri olarak bir dağ başındaki tarlanız baraj havzasında kalır, bedava verseniz kimsenin almayacağı tarlalar için devasa istimlak bedeli alınır. Bunlar, önceden hesaplaması çok kolay olmayan ancak sonuç olarak büyük sınıf atlamalarla sonuçlanan durumlardır.
Bunlar dışında, bir şirket kurup devletten ihale alıp zengin olmak, bir tanıdık vasıtası ile bir kurumun kantinini işletmek, filanca köşedeki otopark işletmesinin imtiyazını almak vs. vs. diye bu liste uzar gider. Ancak eğitim vasıtasıyla sınıf atlamanın diğerlerinden bir farkı ekonomik sınıf atlama hadisesine entelektüel bir sınıf atlamayı da dahil etmesi, en azından edinilen diploma ile resmiyette de olsa başka bir zümreye dahil olma hissini de beraberinde getirmesidir. Bu bakımdan liyakat meselesi tartışılırken genelde eğitim meselesi işin odağında yer alır.
Saded
Gelgelelim, yazımızın kilit sorusuna. Türkiye’nin taşrasında yaşayan birinin gerçekten liyakati savunması için bir neden var mı? Düşünün, bir şahıs eğitim imkanlarından mahrum kalmış bir şekilde köyünde okul yokmuş, parası yokmuş, babası göndermemiş ya da çalışmak zorundaymış ve eğitim alamamış. Bu yolla sınıf atlama imkanlarının tamamından geri dönülemez şekilde mahrum kalmış. Sonra bu şahıs, bir özel şirkete girecek bir takım beceri de edinememiş. İmara giren ya da baraja, yola giden bir tarlası da olmamış. Bir yerlerde bir arazi çevirip bir gecekondu da yapmamış, eline fırsat geçmemiş. Kısacası sınıf atlayan neredeyse herkesin uyguladığı sınıf atlama pratiklerinin tamamından mahrum kalmış. Ve bu şahıs da, düzenli bir geliri olmasını, çocukları için minimum da olsa bir geleceği garanti altına alabilmeyi herkes kadar istiyor. Buna herkes kadar layık olduğunu düşünüyor. Mevcut koşullar altında bu şahsın en belirgin çıkış yolu bir tanıdık bulup bir devlet kurumuna iyi kötü bir işe girebilmek, fırsat ele geçince de yapabildiği kadar yükselmek. Böylece çocuğuna düzenli bir gelir sağlayacak ve bir sonraki neslin kendi neslinden bir adım da olsa ileri gittiğinden emin olmuş olacaktır.
Üstelik bu bütün sınıf atlama fırsatlarını kaçırmış olan insanların sayısı öyle üç beş kişi değil. Türkiye’nin en az yarısından söz ediyorum. Şimdi ilk sorumuzu tekrar soracak olursak, bu insanlar gerçekten liyakate, hakkaniyete oy mu verecek? Cevap: hayır! Bu insanlar, oğlunu ya da kızını bir devlet kurumunda işe sokacak olan her kim ise ona oy verecek. Bu insanlara da “etik dışı” yöntemlere tevessül eden kötü insanlar olarak bakamayız. Zira, bu bir hayatta kalma meselesi, bir sonraki neslin varlık yokluk meselesidir. Kaldı ki mevcut pozisyonlarda olan neredeyse herkesin bulunduğu yere zaten layık olmadığını, eğitim de dahil kendisi ile arasındaki bütün farkın sadece doğru zamanda doğru yerde olmaktan kaynaklandığını düşünüyor. Şimdi, neden bu adam kendisi bu durumu kabullenmek zorunda olsun?
İşte o adama liyakatli olmayı tavsiye etmek kısaca şu mesajı iletir:
Benim babam bir şekilde başardı. Şu an senden bir adım öndeyim. Şimdi benim çocuğum haliyle senin çocuğundan daha iyi bir okula gitti, daha iyi imkanlar sağlandı, daha iyi beslendi. İki adım önde. Elbette senin çocuğun bozkırın ortasında, benimki boğaza nazır okuyacak. Liyakat bunu gerektirir, doğru olan budur. Kısacası, pastadan pay dağıtılırken de herkes yerini bilecek.
Bu mesajın doğru olup olmaması kimsenin umurunda değil. Ancak anlaşşılan bu ve hiç kimse bu mesajı sineye çekmez. Her türlü fırsatı kaçırmış adam “aa ben hak etmiyormuşum, liyakat gereği başkasının hakkı onlar gelsin bütün pozisyonları alsın” diye düşünecek mi gerçekten? Ya da “Boğaziçi, ODTÜ mezunları iş bulamazken, Anadolu’nun bozkırında uluslararası ilişkiler okumuş evladıma kim devlet kapısında iş verir, o da evlere temizliğe gitsin” mi diyecek? Hayır demeyecek! Tam aksine “herkes bir yolunu buldu bir yerlere geldi, sıra bana gelince mi hakkaniyet işliyor” diye düşünecek. Ya da “bugün İstanbul’daki mal sahiplerinden kaç tanesi o daireleri gerçekten hakkıyla aldı, biz kimsenin arazisini gasp etmedik diye bunun bedelini nesiller boyu ödeyecek miyiz?” diye düşünecek. Üstelik bugün bir yerlere gelmiş insanların da ciddi bir kısmının da, liyakatten ziyade şans eseri orada olduğunu da biliyor. Sisteme zerre inancı ve güveni yok. Şu an kurulacak liyakatli bir rekabet ortamında sınırlı sayıda pozisyonların çoğunu hak etmediğini biliyor, tek yolu liyakatsiz bir şekilde başkalarının önüne geçmek.
Sonuç
Kısacası, meselenin arka planını ya da tarihsel perspektifini anlamadan salt liyakat beklentisi anlamsızdır. Çünkü Türkiye’de insanların potansiyelini gerçekleştirmek yönünde fırsatlar epeyce kısıtlıdır. Üstelik o kısıtlı fırsatlar da dengeli dağılmamıştır. Bir yandan sadece gücün merkezine yakın olduğu için daha iyi eğitim imkanlarından yararlanıp toplumun geri kalanına fark atan, sonra da onları taklit ederek benzeri yöntemlerle bir yerlere gelen toplum tabakalarının liyakatli olma iddiası kimseye inandırıcı gelmiyor. Gerçek anlamda insanların liyakat kavramını ciddiye alabilmesi için önce ekonominin belirli bir büyüklüğe erişip insanların ortalama gelir seviyesinin belirli bir seviyenin üzerine çıkması ile mümkündür. Yani paylaşılacak pastada en az alana bile bir şeyler düşecek ki hakkaniyetli paylaşımdan söz edebilelim. Kaybedenin hiçbir şey almadığı, kazananın her şeyi aldığı bir oyunda, kaybedenlerden ahlaklı davranmasını beklemenin rasyonel bir yönü olmadığı gibi ahlaki tarafı da tartışmalıdır. Bu durumun doğru ya da etik olup olmamasından bahsetmiyorum. Sadece toplumun düzeyinde meselenin gerçeğini ortaya koyarak Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunun neden liyakat yönünde bir irade beyan etmeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.
Buradan bakınca, pratikte birileri seçim kazanmak istiyorsa, izlemeleri gereken strateji kabaca “bize oy verin, kazanırsak sizin oğlanı işe sokacağız” tarzındaki bir söylemi inandırıcı biçimde kullanmak olmalıdır. Hatta bu, toplum geneline yayılmış bir anonimlik düzeyinde değil, mahalle teşkilatları düzeyinde ve şahsi bir diyalogda geçmelidir. Yani, “Osman amca, bak buradaki Erzincanlılar seni dinler. Sen bizim partiye oy verdir, biz de senin oğlanı işe sokalım, yeğenin dükkanının ruhsat problemini de hallederiz. Sen bize bi 40-50 oy çıkartmaya bak”. Evet işe yarayacak yöntem budur. Tekrar söyleyeyim, bunu normalleştirici bir yerden anlamayın ama sistem böyle çalışıyor.