Bir Hatırat-ı Sabiyye: Bir Lisan Bir İnsan
Hekimhan, Malatya vilayetine merbut bir kazâdır. Ve orada meskun idi merhum dedem, pederimin pederi. Aslen karîb kazalardan Arguvan’a tâbi bir köydeniz lakin dedem ellilerinden sonra Hekimhan kazâ merkez kasabasında bir ev ve bir de bahçe iktisab edib, evlad ü ahfâdını cem ile oraya istikrâr eylemiş idi. Hekimhan, o vakitler ehemniyetli bir meskûn mahal olmayıb, sâgir bir şehir, kebîr bir kasaba idi. Lakin bir ma’den ocağına sâhib bu memlekette, mekteb ve bazı iş imkanları mevcud idi. Dedemin Hekimhan’a iskan olması, kadîm nesil için fevkalâde ihtişamlı ve basiretli bir hadise idi. Zira sülaleden birçok kimse de bu hicret neticesinde iş ve meslek sâhibi olub tahsil görmüştür. Merhum dedemden sonra merhum amcam da emr-i Hakk vâki olana dek orada ikâmet etmiş, biz de bu vesileyle Hekimhan ile dâima irtibat hâlinde bulunmuşuzdur. Bir manada Hekimhan bizler için “memleket-i sani” mesabesinde idi. Şimdi ise bizlerden hiç kimse kalmadığı gibi, ikâmet eyledikleri mahalleden dahi kimse kalmamıştır.
Babamla bir mübârek Kurban Bayramı’ndan mukaddem Hekimhan’a gitmiş ve akabinde Malatya’ya avdet edecek idük. Lakin mübârek gün olması hasebiyle mahallî otobüs şirketlerinde asla boş yer bulunmamakta idi. Biz Malatya’dan geçen, rast eylediğimiz ilk otobüse irkâb eyledik. Bu otobüs, Sivas şehrinden Hısn-ı Mansur’a (Adıyaman’a) sefer eden bir vâsıta idü. Otobüste vâr olması muntazar seyyahların haricinde, Avrupa yahut Anglo-Sakson memleketlerin birinden avdet eylemiş olduğunu tahmin ettiğim turist bir hanımefendi mevcud idi. Oraya nereden gelmiş, bu vâsıtaya nasıl irkâb eylemiş, hiçbir malumatımız yoğ idi. Vasıtanın sefinesine adım attığımızda şoför ile mu’avin, bu hanımfendinin Malatya’ya mı yoksa Hısn-ı Mansur’a (Adıyaman’a) mı gideceği hususunda şiddetli bir münakaşa içindeydiler. Hanımefendiyi gayrı mahale sevk etmekten yahut yanlış menzile teslim etmekten endişe ediyorlardı. Türlü farâziyeler yürütüb akıl yoruyorlar idi. İçlerinden biri “Yahu babam kız turist, gezmeye gelmiş, Malatya’ya niye gitsin, bu hanımefendi kayısı aksata edecek kabzımal mıdır?” diye sitem ederken, diğeri mukâbil bir delil ile “sanki Hısn-ı Mansur (Adıyaman) deniler yer Paris, orada ne görecek ki dört tane taştan gayri!” diye istidlalde bulunuyordu. Lakin bu hararetli münakaşanın sebebini vasıtanın mu’avini şu feryâd ile izhâr etti: “Kimse yok ki şu garibin lisanından fehm eyleyen de sual edelim!”
Ben rüşdiyenin evvelinci sınıfında idim. İngilizce derslerine henüz ibtidâ eylemişiz. “Simple present tense” dedikleri nedir ki, itim olmuş. Derslerde iktisâb eylediğim birkaç cümleyi ziyâdesiyle mühim addederdim. Otobüste bu türlü hâdiseler vuku bulurken, ben tıpkı bir tiyatro sahnesinde, sırasını bekleyen bir aktör misali, şoför ile mu’avinin üzerinde münâkaşa eyledikleri mes’eleyi kat’i surette halledecek hamleyi yapmak üzere içimde def’aten prova eyliyordum. Tam mu’avin “kimse yok ki şu garibin lisanından fehm eyleyen de bir sual edelim!” diye feryâd ettiği vakit, ben sahneye dahil olub “ben biliyorum, sual edebilirim” dedim. Otobüste bulunan herkes, bir lahza hayretle yüzüme nazar etti. Mu’avin, pek de emniyet etmeyen bir eda ile “bi su’al et, nereye gidiyormuş” dedi. Zira yanlış bir şey su’al etsem yâhut su’alime mukabil cevab alamasam dahi bir ziyanı yoğ idi; tecrübe etmeye şayan idi. Ben de bütün cesaret-i medeniyyemi cem eyleyib, az ilerimde meskun ecnebi hanımfendiye, son beş dakikadır içimde sayısız kerre tekrar eylediğim o cümleyi su’al ettim: “Where are you going?” (Nereye gidiyorsunuz?). Hanımfendi ise tek kelimeyle mukabele edib “Malatya” dedi. Bu cevabı aldıktan sonra yüzümü muavine dönüb, “Malatya’ya gidiyormuş” diye hiç ar ü hicab eylemeden, tercümesini beyan eyledim. Şoför ile mu’avinin içi ferahlamış idi, artuk yollarına selametle devam edebilirlerdi. Lakin o gün o vasıta içinde hakkımda yapılan beyanlar bambaşka idi; esahhen, işittiğim methiyelerin haddi hesabı yoğ idi. Hatırımda kalanlardan bâzıları şunlardır:
“Sibya-i zamane maşallah bad-ı şedid gibi, biz o hengâmda adımızı dahi diyemezdik.”
(Babama hitaben) “Maşallah, pek güzel evlad nüşud ve irşad eylemişsin, bu yaşta şakır şakır lisan-ı ecnebiyye konuşuyor.”
“Eee, ne demiş nas-ü kudemâ, bir lisan bir insan.”
Bu sohbet ve methiyeler hiç yoksa on beş dakika kadar devam etti. Sadece bir cümle ile, bir vasıta dolusu medh ü sena almış idim. O ecnebi hanımfendi ise, mu’avin ile şoförün münazarasına kâbilen “taş görmeye gitmiyordu” zira “kayısı aksata etmek niyetindeki bir kabzımal” idi.
* Esasen, Bir Çocukluk Anısı: Bir Lisan Bir İnsan isimli yazının Osmanlıca olarak yeniden kaleme alınmış halidir.