Türkü mü Halk Şarkısı mı?
Birkaç defa karşılaştığım ve birebir açıklama yaptığım bir konuda bir yazı kaleme alma gereği duydum. Yakınlarda bir yakınımla konuşurken konu bir şekilde türkülere geldi. Kendisi direkt şu klişeyi tekrarladı “esasen türkü ifadesi sonradan kullanılan bir ifade, doğrusu halk şarkısı imiş, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, millet yaratma sürecinde her şeye Türk ismi verilirken şarkıya da türkü demişler“.
Bu fikri ilk kez kendisinden duymadım. Defalarca duydum. Zira, üniversite yıllarında BÜFK (Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü) bünyesinde yaptığımız çalışmalarda da bize bu ifade aynen tekrar edildi. Tabi çocuk sayılırdık o zamanlar, hakim değildik detaylara. Gerekli itirazları yapamadık. Ancak bugün bakınca bu bilginin doğru olmadığı gün gibi ortadadır.
Öncelikle, bu bilginin kaynağı neresi hiç bilmiyorum. Kim uydurdu, kim ortaya attı, hiçbir fikrim yok. Araştırmadım da, çünkü yanlış olduğu kesin bir bilgi olduğu için fazla kurcalamaya gerek görmedim. Peki yanlış olduğu konusunda nasıl bu kadar emin konuşabiliyorum? Ona gelmeden önce, Osmanlı kültür tarihinde çok sıra dışı bir karakterden bahsetmek istiyorum.
1610-1675 yılları arasında yaşamış olan, gerçek adı Albert Bobowski, sonradan alacağı adı ise Ali Ufki olan çok büyük bir musikişinas vardı. Polonya asıllı olan bu zat, bir şekilde Osmanlı sarayına girdi, devşirildi. Polonya’da geçirdiği yıllara, kim olduğuna, nasıl bir eğitimden geçtiğine dair neredeyse hiçbir bilgimiz olmayan bu kişinin Osmanlı sarayında iken yaptığı işlere dair pek çok bilgiye sahibiz.
Kendi anadili olan Polonya dili ve Türkçe dışında Latince, Fransızca, Yunanca, Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça, İbranice ve Aramice bildiğinden söz edilir. Hatta kimi kaynaklarda 17 dili birbirine çevirebildiği dahi söyleniyor. Ayrıca, Kitab-ı Mukaddes’i yani Tevrat-Zebur-İncil’i Türkçeye çeviren ilk kişi de yine Ali Ufkî’dir. Yani günümüzde dolaşımda olan Türkçe İncil, Ali Ufki’nin ilk çevirisinin zamana göre defalarca modifiye edilmiş halinden başka bir şey değildir. Hatta Kuran’ı batı dillerine çeviren ilk kişi olduğu da söylenir. Ali Ufkî konusunda Cem Behar hocanın “Ali Ufki ve Mezmurlar” kitabına bakılabilir.
Ali Ufki sadece tercüman değildi. Kendisi Santurî Ali Ufkî Efendi diye bilinirdi, yani santur çalgısını adının başına lakap olarak alacak kadar bu işin ustası olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak asıl büyük eseri ardında bıraktığı “Haza Mecmua-i Sâz-ı Söz” isimli bir kitaptır. Takriben 1650-1675 yılları arasında yazılan bu kitapta 500 civarında eseri batı notası ile kaleme almıştır. Bu anlamda Osmanlı tarihinde ile batı notası ile bir musiki eserinin yazıldığı bilinen ilk örnektir.
Şimdi, girişte bahsettiğimiz konu ile de bağlayacak olursak, bu kitapta geçen 500 civarında eserin 100 kadarı türkü formundadır ve türkü ifadesi burada direkt olarak kullanılmaktadır. Örneğin eserin adını şu şekilde verir “Türkî beray-ı ceng” yani savaş hakkında türkü ya da “Türkî beray-ı muhabbet” sevgi hakkında türkü vs. Kitabın geneline baktığımız zaman da türkî formundaki eserlerin diğer eserlerden en belirgin farkı da sözlerinin Türkçe olmasıdır. Yani diğer eserler Farsça ya da saz eseri (yani sözsüz eser) iken türkî formundaki eserler sade bir Türkçe ile yazılmıştır ve bu nedenle bu isimle anılırlar. Günümüzde kullandığımız türkü ifadesi ise bu sözcüğün büyük ünlü uyumuna uygun hale gelmesinden başka bir şey olmasa gerek.
Şarkî formuna bakacak olursak, Ali Ufki’de rastlıyoruz ama sadece dört adet eser var. Şarkı formunun asıl ortaya çıkışı, modernleşme dönemine denk gelir. Batı’daki “chant” formuna karşılık gelecek şekilde, doğu müzik eseri olarak ortaya çıkmış olan bu form, 19. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Hacı Arif Bey tarafından, kabaca 1800’lerin ortaları ve sonrasında meşhur olmuş bir formdur.
Toparlarsak, Cumhuriyetin ilk yıllarında Güneş Dil Teorisi’nden tutun Türk’ün kafa tası ölçülerine kadar türlü çeşitli acayiplik gerçek gibi anlatılabiliyordu. Ancak mesele türküye gelince istisnai olarak durum farklı. Türkü, şarkıdan çok daha eski ve köklü bir kavram ve ifadedir. Bu bakımdan, türkü ifadesinin Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atıldığı bilgisi kuyruklu bir yalan olarak karşımızda duruyor. Sırf alternatif bir görüş diye alıcısının çıkması da çok acı.
Aşağıda, Hakan Cevher’in Haza Mecmua-i Saz-i Söz üzerine yaptığı doktora tezinden (Hakan Cevher, 1995, Ali Ufki Bey ve Haza Mecmu’a-i Saz u Soz, Doktora Tezi. Ege Üniversitesi, İzmir) türkü formunda bir eserin günümüz Türkçesindeki notasını paylaşıyorum. Yani en az 3.5 asır öncesinden bir türkü.
